8 Haziran 2014 Pazar

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN NE DE BÜSBÜTÜN DIŞINDA


Bu dizeler yazar şairin mezar taşında,  Ahmet Hamdi Tanpınar kendine ait dizelerle karşılar bizi aşiyan mezarlığında.
Ben de çok severim bu şiiri sanki hep beni anlatır zaten hayatı şair tadında yaşayanların kadim muamması değil midir zaman?

Sıkça gözlerim bir yere dalınca bu zamanda yaşamadığım hissime kapılırım özellikle de küçük oğlumun saçlarını okşarken ya da beraber bir şeyler yaparken.

Ben ölmüşüm ve oğlum da yaşlanmış, çocukluğunu düşlüyormuş anılar canlanıyormuş zihninde ve şu an aslında on anmış gelecekte kurulan bir hayalmişiz biz.

Ve uzay belgesellerinde evren ve zaman eğilip bükülürken her şeyi dümdüz algılayıp bir doğruya oturtmamız ne kadar doğru olabilir ki ?

Eğer ben o anı gelecekte kurulmuş bir hayal gibi hissediyorsam neden olmasın?

İki gün önce doğum günümdü, doğum günümden bir gün önce de göz kontrolümde göz içi basıncım yüksek çıktı glokom sayılırım, annemin hastalığı bu, fakültedeyken teşhis konulmuştu ne üzülmüş ne koşturmuştum.
Biraz önce fakültedeki en yakın arkadaşımla konuştum diplococumla 2 gün arayla doğmuşuz fakültede hep beraber kutlardık doğum günlerimizi.

Poliklinik yaparken hasta yoğunluğundan çok hızlı hareket etmeye alışmış olan arkadaşımın ayağı yerdeki USG kablosuna takılıp çok fena düşmüş dudağında dikişler varmış,
’Yeni yaşımıza pek hayırlı girdik arkadaşım sen glokomlu ben dikişli, daha dün gibi hatırlıyorum annenin göz damlaları için hemen aşağıya Samatya SSK ya gidip metrelerce ilaç kuyruğu karşısında şaşkına dönüşümüzü.’’ dedi.

Diplococum dedim’’ Bütün bunlar bir hayal olmasın o yıllarda ne çok hayal kurar gülerdik senle ‘’mışlı, muşlu’’ cümlelerle yerlere yatardık.

Şu anda senle yine Cerrahpaşanın yokuşunu çıkıyormuşuz ben koluna girmişim, zira çok yorulmuşum annemin glokom ilaçlarını yazdırıp onca kuyruğa girip ilaçlarını almışım, hayal kuruyoruz senle;

,’’ Diplococum yıllar geçiyormuş yirmi yıl falan yaşlanıyormuşuz ben annem gibi  glokom oluyormuşum sen de aceleci bir sakar, doğum günümüzü kutluyormuşuz yine beraber, senin yüzünde dikişler ben glokomlu’’

 Deli gibi gülüyoruz o yüzünü yamultuyor, ben gözlerimi deviriyorum, Cerrahpaşanın yokuşu da ne  yokuştur ama iki genç kız tık nefes neşeli yokuşu çıkıyor, arkalarından bakıyorum.

Yine çok gülüyoruz sesler bir yokuştan geliyor bir iki telefonun ucundan, kahkahalar birbirine karışıyor.


O  an mı şu an ? Yirmi yıl öncesindeyiz de bu an mı hayal?


NE İÇİNDEYİM ZAMANIN


Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.


22 Mart 2014 Cumartesi

SÖYLENMEMİŞ TÜRKÜYE AĞIT

Pazar akşamı Volkan Konak programında yine yarama dokundu, zaten onunla( her ne kadar onun bundan haberi olmasa da) ortak acılarımız var.

Babasının ölümü ve benim babamın ölümü yakın zamanlara denk düşer ve ‘’Cerrahpaşa’’ şarkısını, o yıllarca  söyledi ağladı, ben dinledim ağladım hatta bir akşam bundan 9 yıl önce, o zamanlar program yaptığı barında en ön masada oturmuştum yine o şarkıyı söylemiş ve karşılıklı gözyaşı dökmüştük.

Yaram, en canlı yerim  ama benim yaram. Yıllar geçtikçe küçülen yine de  derinleşen yaram, onunla beraber yaşanmışlıklar, yeni hatıralar, yeni acılar biriktirdiğim yaram.

Her anıyı acıyı herkesle paylaşmamalıymış insan. O anı kişiye çok özelse ve anlattığın insan o acının veya  anının derinliğini hak etmiyorsa, sanki hatıraya da ihanet etmiş gibi oluyorsun. Bırak acını Volkan Konak ile paylaş,  olsun varsın haberi olmasın ama biliyorsun ki yüreği aynı senin gibi yanıyor.

Dediğim gibi 2 hafta önce  televizyon programında babasından bahsetti ve son son söylediği türküsünden. Konuk ettiği sanatçıdan da o türküyü söylemesini istedi.
Babamın türküsü geldi aklıma sık sık mırıldandığı ve söylemeyi beceremediği. O gittikten sonra hiç söylemedim  ben de beceremezdim zaten ve hiç dinlemedim de.
Babamın türküsü hiç söylenmedi.
O akşam Volkan Konak’ın babasının türküsünü dinledim ve hiç söylenmeyen babamın türküsüne ağladım  çünkü insan sustuklarını gözlerinden akıtırmış.

*

Pazartesi günü de her zamanki gibi işe gittim.
Bir hastam bir kafesle geldi içinde sarı siyah kanarya.
‘’ Çiçekleri çok seviyorsunuz, havyanları da seversiniz siz,  buraya çok yakışacak size getirdim ‘’ dedi.
Yeşilliğin arasına nasıl yakıştı, nasıl güzel ötmeye başladı.


Öğlen arası gözüm daldı kuşa, baktım uzun uzun ve çok derinlerden zar zor bir hatıra geldi canlandı gözümde.

7-8  yaşlarındayım babamın eve getirdiği ilk evcil hayvan, aynı bunun gibi sarı siyah bir kanaryaydı ve bir akşam annemler  alt komşuya gittiklerinde ben onu yıkamış, taramaya çalışmış, zavallı hayvanı hafif de olsa yaralamıştım.
Babam eve geldiğinde şaşkınlık içinde kuşu incelemiş bana ‘’Ne yaptın Sema doğru söyle’’ diye çıkışmıştı.
Gözlerimdeki korku ve pişmanlığı gördükten sonra da kızamamış ama kuşların ele alınmayacağını yıkanamayacağını hele de bir tarakla asla tüylerinin taranamayacağını onların çok hassa, narin hayvanlar olduğunu uzun uzun anlatmıştı.

Neyse ki hayvancağız iyileşmiş birkaç gün sonra tekrar uzun uzun ötmeye başlamıştı.

Tamamen unuttuğum hatıram beynimin derin karanlık kuyularından aniden çıkagelmişti.
Bir şey daha gelmişti, ben babamın söylenmemiş türksüne ağladığımın sabahı babamın kanaryası gelmişti bana.
Doğa boşluk kabul etmez derler,  mutlaka eksilenin yerine başka bir şey geçer. Yeter ki yerine geleni kabul et, bir kanaryam var şimdi söylenmemiş türkünün yerine her gün uzun uzun bana şarkılar söyleyen.

Sanırım bir ömre bir ölüme çare yok bu dünyada……

Belli bu gece uyku tutmayacak bu gecenin şarkısı da bu olsun

Ah dinlenesi dinlenesi de ağlayası Türkü bu



7 Mart 2014 Cuma

BİR YABANCI GİBİ KENDİNİ OKUMAK

Yazarlar için sanırım işin en heyecanlı tarafı kitabının okunmuş haline rastlamaktır okunmuş ve içine iz bırakılmış hali.

Ben kendime yazar diyemem ama bir yazan olarak o heyecanı yaşamak için netten ikinci elciden kitabımı satın almıştım. Maalesef içinde not veya altı çizilmiş bir cümle bulamadım.
Okunmuş bir kitabın kendine has o mahcup gururu vardı o kadar.

Geçenlerde kitaplarımın arasından bir kitabı aldım sevdiğim ve okumayı seven bir hastama hediye edecektim ki, sayfaları arasında pembelik dikkatimi çekti yakından bakınca pembe fosforlu kalemle bazı satırların çizili olduğunu gördüm onu vermedim tabii,  o kitap artık farklıydı aradığım şeydi ve kim tarafından yapıldığını da bilmiyordum,  belki ödünç verdiğim biri geri getirmiş ben de unutmuştum.

Velhasıl bugün kitabi inceledim ne garip bir duyguydu, yabancı bir insanın gözlerinden bakmaya başladım kalemle çizilmiş kendi cümlelerime ‘’ilk defa okur ‘’ gibi yaptım. Kah beğendim kah sıradan buldum.

Yazarlık en arsız misafirliktir bilir misiniz?

Okuyucuyu en çıplak haliyle yakalayabilirsiz, isterseniz bunu mecazi anlamda alın isterseniz kelime anlamıyla. Kitap okuyan ruhunu maskelerden hatta günlük kargaşalardan arındırmıştır.

Ya da yataktadır en rahat haliyle.

Kendimden bilirim akşam uyumadan önce okuduğum kitabı yere bırakırım ve genellikle arka yüzü üste kalır. Sabah uyku mahmuru yere basmamla beraber,
- ''Ayy neye bastım'' diye söylenip yere baktığımda, kitabın arka yüzündeki  kim bilir hangi fotoğrafçıda çektirdiği, bir eli çenesinde, bir kaşı havada yarısını ayak baş parmağımın örttüğü yazar fotosu ile göz göze gelirim''
-''Haa akşam seni buraya bırakmıştım değil mi '' diye düşünüp neredeyse özür dileme gereği duyarken, yazar iki ayak parmağımın arasından hiç istifini bozmadan o bilge ve havalı bakışını sürdürür.

Yazarlık misafirlik ise,  hangi misafir bu kadar rahattır canım ?

Neyse ben, bana ait satırların başkasına misafir olmuş haliyle ilgilenirken aklımdan geçenleri karalamış oldum, ne çok olmuş yazmayalı hem blog sayfamda hem başka yerde, yazmaktan kopmak aslında hayattan kopmak sanırım, ben bir süredir hayattan kopmuşum.

Hoş geldim aranıza okur ve yazarlar, aranıza kabul buyurun ne olur geri çevirmeyin atayım üzerimdeki ölü toprağını.



Dip not;
En güzeli de bu foto; burada okur bir şeyler yazmış ok işareti falan ben çözemedim ama :)



14 Haziran 2013 Cuma

AH GÜZEL YÜREKLİ ÇOCUĞUM BENİM

TAKSİM GEZİ PARKI’NDAKİ SOKAK ÇOCUKLARI! Lütfen Yayın!

Arkadaşlar, Gezi Parkı’ndaki sokak çocukları direnişin ne zaman biteceğini soruyorlarmış, çünkü orada karınları doyuyor günlerdir, çünkü orada arkadaşlık buldular, dışlanmadılar. Ne yazık ki, bu çocukların kendilerini bu yüzden sorumlu hissedip barikatların önüne gittiklerini, eldivenlerle gaz bombalarını geri yolladıklarını duyuyor, resimler...le görüyoruz. Bir çocuğun böyle hissetmesi öyle saf, öyle dürüst, öyle saygı duyulacak bir duygu ki. Lütfen unutmayalım, onlar ÇOCUK. Onların bu şekilde sorumlu hissedip hayatlarını tehlikeye atmaları kabul edilemez.

Onlara çocuk olduklarını hatırlatın, onları kollayın, hayatlarını tehlikeye atmalarına izin vermeyin. Onlara birşey verirken, arkadaşlık ederken bunun karşılıksız bir sevgi olduğunu, onların bunları çocuk oldukları için hak ettiklerini hissettirin. Ve aksini yapanlara karşı tavrınızı koyun.

SOKAK ÇOCUKLARININ BARİKATLARDA HAYATLARINI TEHLİKEYE ATMASINA İZİN VERMEYİN.
Ne şimdi, ne başka bir gün...

Yeşim Dodanlı
 
 
 
Bu sabah bu fotoğraf  ve yazıyla başladım güne, İstanbul'da yağmur var İstanbul yıkanıyor.
Gezi parkıyla ilgili başka bir şey yazmayacağım aşağı yukarı ne düşündüğümü biliyorsunuzdur.
Ama bu fotoğraf ? boğazımda bir yumruk geldi oturdu, yağmurdan önce gelmiş hastalarıma zor baktım zira gözlerim dolu dolu şimdi yalnızım.
Ah yavrum kurban olayım ben sana bu hırsızlar memleketinde yediği bir kuru simiti hak etmeye çalışan çocuk.
Okşaya okşaya yüzünü yıkayayım avuçlarımın arasına alıp öpeyim. Yaralı yüreğini bağrıma basayım belki bir nebze kurtulurum utancımdan.

17 Nisan 2013 Çarşamba

DOKTORU KAÇ KİŞİ ÖLDÜRÜR


Gencecik bir hekim öldü…..
Fakültenin ilk yıllarıydı arkadaşlarla konuşurken içimizden birisi ‘’2000 yılında uzmanız inşallah’’dedi. Bir hesapladım 29 yaşında olacaktım, o da eğer her şey yolunda giderse, yani hiç sınıf tekrarlamasam, mecburi hizmete gitmesem, TUS’u hemen kazanırsam. Yaani yuvarlak hesap 30 yaşında hayata atılacaktım ne kadar uzun gelmişti o yıllar. En güzel yıllarım eğitimle geçecekti. Tıp eğitimini ne demek olduğunu daha doğrusu bana nelere mal olduğunu şu yazımda yazmıştım.
Bu akşam çok canım yanıyor biraz önce gencecik bir hekim arkadaşımızın ölüm haberini aldık. Otuz yaşında çiçeği burnunda bir doktor. Başarmış uzman olmuş, bana fakültenin ilk yıllarında’’ kaf dağının ardındaki anka kuşu’’ kadar uzak ve zor görünen, uzmanlığına kavuşmuş. Uzun zorlu yıllardan geçen, kim bilir hangi özverilerde bulunan meslektaşımız, bir saldırı sonucu öldürüldü, 80 yaşında akciğer kanseri bir hastasını kurtaramadığı için. Ailesini eşini düşünemiyorum ben acı nedir, ölüm nedir çok iyi biliyorum.
Nasıl bu hale geldik?
Hekime saldırı her zaman vardı ama bu denli tabana yayılan saygısızlık, nefret ve fiziksel şiddetin artışı son yıllarda oldu.
Doksanlı yıllardan beri hekimleri kötüleyen, gizli kamera çekimleri ile güya ‘’Haber Programı’’ başlığı altında televizyonlarda gösterilmeye başlandı. Bu tür görüntüler reyting getiriyordu çünkü kim, devlet hastanesine gitmişti de ‘’ Allah belanızı’’ versin demeden çıkmıştı. Herkesin öfkesi vardı ama bilmiyorlardı ki bunun faturası hekimlere değil kötü yönetimlere kesilmeliydi.
Hekimler, reyting haber uğruna basına televizyonlara kurban edildi.
Ama en büyük saygınlık kaybını son yıllarda verdik. Çünkü bu sefer hükümet bizle uğraştıkça oy topluyordu. Yaralı, hastane kapılarında çok zorluk çekmiş, doktor kapısında sürünmüş bir halk vardı karşılarında ve bu insanlar bunun sebebini doktorlar olarak görüyordu. Hükümet doktorlara sataştıkça yıllardır biriktirmiş oldukları hınçla tabiri caizse ciğerlerinin yağları eriyordu.
Geçenlerde bir eğitim toplantısındaydım hekim – hasta ilişkileri, insan ilişkiler üzerine psikolog konuşmacı vardı. Benim ne zamandır kafamı kurcalayan bir soruyu yönelttim kendisine.
‘’Bir hasta veya hasta yakını, hastane duvarlarında sürekli boy boy şikayet telefonu, şikayet hattı ilanları, hasta hakları ilanları görse, bilinç altına burada bana haksızlık yapılıyor, burada kötü niyetli insanlar, hakkımı gasp eden insanlar var’’ mesajı gitmez mi? dedim.
‘’Evet çok haklısınız doktor hanım’’ dedi psikolog.
Sürekli ‘’oy uğruna’’ bu mesajı alan hasta/ hasta yakınına bir de hastalık psikolojisi veya yakınının ölümü eklenirse, kişiler doktora öfkelenmez mi? Saldırmak istemez mi?
Bugün 30 yaşında gencecik Uzman sevdiklerini ardında bırakarak hakkın rahmetine kavuştu. Sağlık bakanı münferit bir olay demiş, kınıyoruz demiş, hiçbir şekilde bu tür saldırılara göz yumamayız demiş, demiş demiş……
Bugün Uz. Dr. Ersin Arslan hayatını kaybettiyse bunda sizin katkınız var, sağlık politikanızdan dolayı oluşturduğunuz hasta / hasta yakını psikolojisi var…..
Dr. Ersin Arslan'ın katilini, katil yapan politikalar var

Dip not; Tam bir yıl oldu geçen seneki yazım....

16 Nisan 2013 Salı

FAZIL SAY, ÖMER HAYYAM, NAZIM VE DAHA BİR SÜRÜ ŞEY


‘’Korkuyorlar’’ isimli şarkıyı ilk dinlediğimde Edip Akbayram  ‘’Robson inci dişli zenci kardeşim ‘’ diyordu.

Lisedeydim o zaman ne bunun bir Nazım Hikmet şiiri olduğunu ne de Robeson’un kim olduğunu biliyordum, şarkı güzeldi Edip Akbayram’ın sesi zaten nefis.
Yıllar içinde sözleri Nazım Hikmet şiiri olduğunu öğrendim.
Robeson Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için dünya çapında kampanya başlatmış ve   onun şiirlerini bestelemiştir.

Peki Paul Ley Robeson kimdi ?

Köle kökenli fakir bir aileden gelen Robenson başarılı okul hayatına rağmen hep ırkçılık ile karşılaştı. Okul hayatı başarı hikayeleri ve belgeleri ile dolu olan Robenson , Hukuk fakültesinden mezun olup baroya seçilen ilk siyah oldu.

Ömrü boyunca ırkçılıkla savaştı müzik gurubu kurdu,yazarlık yaptı, sivil toplum kuruluşlarında önderlik yaptı,  Shakespeare ‘in Othellosunu bir zenci olarak oynayarak oyuncu olarak da kendini ispatladı Ku KLux Klan tehditleri aldı hatta bir konserinde Ku Klux Klan tarafından linç edilmekten son anda kurtuldu.

Ama doğru bildiklerini savunmakta ve ezilenlerin yanında olmaktan hiç vazgeçmedi.

Ne güzel yazmıştı Nazım

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson*
İnci dişli, zenci kardeşim,
Kartal kanatlı kanaryam.
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize,
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten,
Duymaktan,
Dokunmaktan korkuyorlar
Yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
Sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhat gibi sevmekten
Sizin de bir Ferhatınız vardır elbet
Robson, adı ne
Tohumdan ve topraktan korkuyorlar
Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar
Ne iskonto, ne komisyon, ne veda isteyen bir dost eli
Sıcak bir kuş gibi, gelip konmamış ki avuçlarının içine
Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten korkuyorlar ümitten
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizden korkuyorlar.

NAZIM HİKMET


Amin Maalouf en sevdiğim yazardır, onun Semerkant isimli romanını okuyunca sadece rubailerini bildiğim Ömer Hayyam’ı tanıma fırsatım oldu. İkinci kez Semerkant isimli romanını okurken uçaktaydım, yüreğim pır pırdı çünkü Özbekistan’a oradan Semerkant’a geçecektim ve Ömer Hayyam’ın ayak bastığı topraklara bin yıl sonra ayak basacaktım. O uzun uçak yolculuğu boyunca gözüme uyku girmemiş ve okumaya başladığım romanı yarılamıştım, tamamını ise orada bitirdim.

Ömer Hayyam’ın bilinenin aksine çok az rubaisi vardır çoğu ona mal edilmiştir şairliği dışında matematikçi, filozof ve astronomdur.

Onun felsefesini anlamamız için Vikipediden bu alıntıyı yapmak istiyorum;,

Rubaîlerinde; dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak "evrenselliğe" ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki Hayyam'ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslam dünyasında felsefenin hak ettiği ilgiyi gördüğü, Selçuklu saraylarında ise sentez bir Orta Doğu kültürü (Türk-Hint-Arap-Çin-Bizans) oluşmaya başladığı bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim görmüş, Müslüman fakat felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefe ile ilgilenebilmiştir.



Gelelim yakın tarihimize;

Erdoğan 12 Aralık 1992 Siirt’te yaptığı bir konuşmada bu şiiri okur;
Minareler süngü, kubbeler miğfer
Camiler kışlamız, mü'minler asker
Bu ilâhi ordu dinimi bekler
Allahu Ekber, Allahu Ekber.

Alkışlar kopar, Erdoğan büyümeye başlar ve o zamanın iktidarı Erdoğan’dan korkar, adil ! yargılanır ceza alır.

Yıl 2013 Fazıl Say Hayyam’ın olduğu düşünülen bir rubai paylaşır ve  adil ! yargılanır.
Fazıl Say 10 ay ceza alır ne tesadüf Reccep Tayyip de 10 ay almıştı.

Zamanenin mazlumları mezalim olmuştur yoksa iktidar olmak demek mezalim olmak mı demektir ?

Ama düşünmeden edemiyorum korktuklarınızı zulüm ederek yok edemezsiniz güçlendirirsiniz bunu en iyi siz bilirsiniz?

Korktuğunuza göre bu iyi bir şeydir çünkü tarih tekerrürden ibarettir.

O zaman Edip Akbayram’dan dinleyelim;

8 Nisan 2013 Pazartesi

KOŞ HANIM KOŞ BİZİM DOKTOR TELEVİZYONDA


Ne zamandır yazacağım hatta korkarım gündemi kaçırıyorum yani kendi gündemimi .
 Geçen Salı bir sürü bir sürü kanallar benim fikrim olan ve çektirdiğim ( keman çaldığım ) klip/ kısa filmimi yayınladı.
Amacım hekime şiddet konusunda dikkat çekmek.
Bazı meslektaşlarım çalgıyla çengiyle şiddet konusu işlenir miymiş? Doktora yakışır mıymış ? Bu bir soytarılıkmış dese de genelde çok olumlu tepkiler aldım.

Hekime şiddet gerçekten çok acı bir konu son 30-40 yılın sağlık problemlerinde toplumda oluşmuş olan bıkkınlık ile ilgili  hiçbir rolü olmayan, sadece ve sadece devlette çalışan, uzun yıllar emek vermiş, dirsek çürütmüş, genç hekimlerimiz hiç hak etmedikleri davranışlara maruz kalıyorlar

Hekime şiddet konusu başka bir yazı konusu hatta sosyal medyadaki benim de yönetici olduğum binlerce üyesi bulunan gruplarda sürekli konuşulup çözüm bulunmaya çalışırken daha çok hekimlerden bıkkınlık ve haklı bir öfkeyi dile getiren yorumlar alıyoruz. Hekim hastasız, hasta hekimsiz olamaz ben bu uçuruma, bu karşılıklı diş bilemeye çok üzülüyorum çünkü biliyorum ki çok iyi hekimlerimiz ve çok iyi insanlarımız var ve onlar çoğunlukta ve yine olan onlara olacak.

Özetle amacım çalgıyla sözle dikkat çekmekti yani hekim dışında olanların da dikkatini çekmek ve biraz espri biraz müzik araya katarak aradaki buzları eritmek ve en önemlisi;

’' HASTA HEKİM EL ELE DAHA GÜZEL GÜNLERE ‘’ mesajını vermekti. Sanırım bunu da biraz başardım.

Ben sosyal medyada kendi başımda videomu paylaşırken Pazartesi akşamı Star TV de haberlerde verildi sonracıma ertesi gün bir sürü kanalın gündüz haber kuşaklarında da verilmeye başladı umarım  insanlara ulaşabildim.

Bu arada ben videoyu çektikten sonra Sağlık Bakanlığın kısa film yarışmasından haberim oldu oraya da gönderdim ve övgüye değer eser olarak değerlendirildi.

Tabii insanın aklına gelmiyor değil madem övgüye değer , neden dereceye girmedi madem dereceye girmedim neden övüyorsun beni kardeşim.

Beni övme kardeşim vay efendim dedemin katırları varmış beni övme benim paramı ver (Vizontele repliği)

Hatta sağlık bakanının elinden bu ödülü alırken bu espriyi yapsam diye düşünmedim değil. Tabii devamını da düşündüm bir sürü  bürokrat ağır başlı kelli felli adamlar donuk suratlarıyla bana bakıyorlar, eyiki eyiki zoraki gülmeyle köpek yavrusu gibi mahçup yerime geçiyorum….brrr hemen vazgeçtim düşüncesi bile korkunç.

Bu arada çok hoş da bir mesaj aldım yıllardır benim blog sayfamı  takip eden genç bir meslektaşım bir facebook sayfasında videomu izleyince ‘’ AAAA Bucera abla bu ‘’ diye çığlık atmış.

Hemen bana mesaj göndermiş ‘’ Yıllardır severek okuduğum ve benim de onun gibi hastalarım olacak mı diye merak ettiğim Bucera aplanın adını ve çalıştığı yeri öğrendim nihayet ‘’ diye.

Bir keresinde rahmetli Ersin Arslan için yürürken genç bir tıp öğrencisi okuyorsa o kendini bilir A.S. A. arkamdan ‘’Bucera Bucera ‘’abla diye koşarak gelmiş ben S. ‘in ev arkadaşıyım  ve Tıp öğrencisiyim hepimiz seni severek okuyoruz demişti.

Nasıl hoşuma gitmişti hani biri daha tanısa beni havaya gireceğim ama bunca zamandır başka tanıyan olmadı şükür.

En başa törende verilen ödülün fotoğrafını koydum metalden  stetoskop güzel yapmışlar. Ankara’dan dönerken hava limanında polis kontrolüne takıldı bizim ödül ‘’ Sizin çantasında metalden ne var ?‘’ diye sordu polis.

-‘’ O tıp bayramında aldığım ödül , stetoskop şeklinde evet metalden’’ diye cevapladım.
Ayrıca çok tehlikeli bir şeydir uçakta aniden çekilin ben doktorum hepinizi muayene edeceğim diye bağırabilirim dedim.
Memur bey '' O kadar da kötü bir şey '' değilmiş dedi.

Ay ne çok yazdım uzun yazılar genelde okunmaz ama bu satırlara kadar geldiyseniz okudunuz demektir. Yazıık size neler çektiniz neler.
Okumayın demiyorum okuyun tabii yavrucuğum ama bari atlaya atlaya okuyun, sen ne çektin be okur.
Ne çektin..( Bu günlerde de Vasfiye teyzem favorim)

Aşağıda videonun de bir de Fox TV nin linki var.

Hadi kalın sağlıcakla.