Doksanlı yılların ortalarıydı, fakültede internliğe yeni başlamıştım. Hekimlik ile yavaş yavaş tanıştığım yıllar. Dahiliye stajımın bir kısmını onkolojide yapıyordum. Onkoloji isminin bile birçoğuna ürkütücü gelen bu serviste hastaların geliş gidişi rutin hayatın bir parçasıydı.
Yavaş yavaş alışmaya çalışıyordum çok hızlı bir sirkülasyon vardı. İstanbul’un içinden ve de Anadolunun en ücra köşesinden bile hasta yağıyordu. Zavallı asistan kız gelen her hastanın dosyalarını dolduruyor yatışını yapıyor 2-3 saatlik kemoterapi sonrası bazı hastaların hemen çıkışını yapılıyordu. Yataklar boşaltılmalıydı çünkü belki çok uzaklardan çok zor şartlar altında gelen takipli yeni hastalara yer açılması şarttı.
Hiç kimseyi eleştiremem o çalışma şartları altında oldukça geniş bir kesime ciddi bilimsel tıbbi hizmet veriliyordu.
Hastaların adı yoktu. Hepsinin tanıları vardı. Bu hastalık tanıları bazen kısaltmadan ibaretti.
-ALL’nin yatışı oldu mu?
- 340 numaralı yataktaki lenfomanın çıkışı yapıldı mı?
-Akciğer ca’ya serumu takıldı mı?
Doktorlar hemşireler arasındaki konuşmalar bu şekilde devam ediyordu. Benim fazla bir işim olmadığında olsa gerek o ALL nin yanında ağlayan eşini fark ediyor, akciğer ca’nın çökmüş avurtlarıyla, attığı zor adımlarla, gözlerindeki ölüm korkusunu görüyor, mümkünse göz göze gelmemeye çalışıyordum.
Servisin sorumlusu profesör doktor hanıma hayrandım. O zaman sanırım kırklı yaşların başındaydı. Mavi gözlü, bakımlı çok hoş, güleç yüzlü…..Bazen şaşırırdım nasıl buraya makyaj yaparak, saçına fön çektirerek gelebiliyor ? Burada ölümün kol gezdiği, insanlarının umutlarının tükendiği, boğucu ortama rağmen yaşama sevincini koruyabiliyor diye.
Cahillik işte hayat bana sonradan öğretti ki insanın yüreği eşek derisinden nelere nelere alışıyor tam unutmasa da unutmuş gibi oluyor. En büyük felaketi yaşasa bile hayata tekrar gülebiliyor. Pembe yıllarımdı o yıllar, henüz kayıplarımın olmadığı, dertlerimin gençlik bunalımından, sınavlarında ibaret olduğu yıllar. Ne kadar da hızlı geçtiler, bilseydim böyle çabuk geçecek ve gerçek hayat ile tanışacağım o kadar heba ede miydim o yıllarımı?
Borges’in şiiri geldi aklıma o da öyle diyordu keşkeli cümleler kuruyor bir daha dünyaya gelsem şunu yapar bunu yapardım, diyordu. En vurucu da son dizesidir.’’Bir şansım daha olsaydı eğer ama şimdi seksenbeşindeyim be biliyorum ki ölüyorum.
Ben 80 gelmeden 35 yaşından sonra keşkelerden vazgeçip yazmaya ve hayata daha çok gülümseyerek bakmaya çalışanlardanım.
Onkoloji servisine geri dönelim; Dediğim gibi doktor hanıma hayrandım, neşesi, güleç yüzü ve güzelliği ile sanki servisine hiç yakışmıyordu, ya da çok yakışıyordu, hastalara iyi geliyordu ama ben anlayamıyordum.
Bir gün tam odasına girerken bir amca durdu kendisini. Anadolu’dan yeni gelmiş olduğu belliydi, kasketli, eskice ceketi, bol kumaş pantalonu, yıpranmış ayakkabıları… Belki sadece altmışların başındaydı ama yüzüne bakılınca yetmiş dersiniz. Güneşin altında tarlada çalışanların yüzleri öyle olur derin derin kırışlıklar vardır, yüzleri esmerdir. Hekimliğin ilk yıllarında çok şaşırırdım, esmer zannettiğim hastanın sırtını açardım bembeyaz. Yaşını sorardım daha genç. Sonradan anladım tarlada çalışmanın güneşte kavrulmanın yüzüydü o. Bundandır memleketimizde nimete saygı vardır. Yol kenarında bulunan ekmek öpülüp alına götürdükten sonra yüksekçe yere konur ki kuşlar yesin diye.
Nimette saygı aslında emeğe saygıdır. Yenilen her yemekte ne büyük emek vardır.
Büyük şehre göç etmemiş, büyük şehrin acımasızlığı altında ezilmemiş, yozlaşmamış, Anadolu’da köyünde yaşayan insanlarda bir özellik daha vardır ki, İstanbul’da buna ben bir kere şahit oldum. ‘’Okumuş insana saygı’’. Kadın olsun, yaşça kendisinden küçük olsun ki bunlar aslında geleneklerimizle çelişiyor, büyük saygı gösterirler. Bir keresinde yanına geldim diye bacak bacak üstüne atmış köylü amcam hızla toparlanmıştı. Çok şaşırmış nedense biraz utanıp sıkılmıştım.
Bizim hocayı durduran amca da böyle bir amcaydı. Ellerini önde kavuşturmuş, boynunu bükmüş, omuzlarını hafifçe öne doğru eğmişti. Hoca hanımla konuşmaktan çekindiği, elindeki kasketi ezmesinden buruşturmasından belliydi.
Kısık bir ses ile ‘’ Ne olacak benim hanımın durumu dohtur hanım? Günbegün eriyor hele bana bi şey de’’ dedi.
Doktor hanımın çok etkilendi,
Yavaş yavaş alışmaya çalışıyordum çok hızlı bir sirkülasyon vardı. İstanbul’un içinden ve de Anadolunun en ücra köşesinden bile hasta yağıyordu. Zavallı asistan kız gelen her hastanın dosyalarını dolduruyor yatışını yapıyor 2-3 saatlik kemoterapi sonrası bazı hastaların hemen çıkışını yapılıyordu. Yataklar boşaltılmalıydı çünkü belki çok uzaklardan çok zor şartlar altında gelen takipli yeni hastalara yer açılması şarttı.
Hiç kimseyi eleştiremem o çalışma şartları altında oldukça geniş bir kesime ciddi bilimsel tıbbi hizmet veriliyordu.
Hastaların adı yoktu. Hepsinin tanıları vardı. Bu hastalık tanıları bazen kısaltmadan ibaretti.
-ALL’nin yatışı oldu mu?
- 340 numaralı yataktaki lenfomanın çıkışı yapıldı mı?
-Akciğer ca’ya serumu takıldı mı?
Doktorlar hemşireler arasındaki konuşmalar bu şekilde devam ediyordu. Benim fazla bir işim olmadığında olsa gerek o ALL nin yanında ağlayan eşini fark ediyor, akciğer ca’nın çökmüş avurtlarıyla, attığı zor adımlarla, gözlerindeki ölüm korkusunu görüyor, mümkünse göz göze gelmemeye çalışıyordum.
Servisin sorumlusu profesör doktor hanıma hayrandım. O zaman sanırım kırklı yaşların başındaydı. Mavi gözlü, bakımlı çok hoş, güleç yüzlü…..Bazen şaşırırdım nasıl buraya makyaj yaparak, saçına fön çektirerek gelebiliyor ? Burada ölümün kol gezdiği, insanlarının umutlarının tükendiği, boğucu ortama rağmen yaşama sevincini koruyabiliyor diye.
Cahillik işte hayat bana sonradan öğretti ki insanın yüreği eşek derisinden nelere nelere alışıyor tam unutmasa da unutmuş gibi oluyor. En büyük felaketi yaşasa bile hayata tekrar gülebiliyor. Pembe yıllarımdı o yıllar, henüz kayıplarımın olmadığı, dertlerimin gençlik bunalımından, sınavlarında ibaret olduğu yıllar. Ne kadar da hızlı geçtiler, bilseydim böyle çabuk geçecek ve gerçek hayat ile tanışacağım o kadar heba ede miydim o yıllarımı?
Borges’in şiiri geldi aklıma o da öyle diyordu keşkeli cümleler kuruyor bir daha dünyaya gelsem şunu yapar bunu yapardım, diyordu. En vurucu da son dizesidir.’’Bir şansım daha olsaydı eğer ama şimdi seksenbeşindeyim be biliyorum ki ölüyorum.
Ben 80 gelmeden 35 yaşından sonra keşkelerden vazgeçip yazmaya ve hayata daha çok gülümseyerek bakmaya çalışanlardanım.
Onkoloji servisine geri dönelim; Dediğim gibi doktor hanıma hayrandım, neşesi, güleç yüzü ve güzelliği ile sanki servisine hiç yakışmıyordu, ya da çok yakışıyordu, hastalara iyi geliyordu ama ben anlayamıyordum.
Bir gün tam odasına girerken bir amca durdu kendisini. Anadolu’dan yeni gelmiş olduğu belliydi, kasketli, eskice ceketi, bol kumaş pantalonu, yıpranmış ayakkabıları… Belki sadece altmışların başındaydı ama yüzüne bakılınca yetmiş dersiniz. Güneşin altında tarlada çalışanların yüzleri öyle olur derin derin kırışlıklar vardır, yüzleri esmerdir. Hekimliğin ilk yıllarında çok şaşırırdım, esmer zannettiğim hastanın sırtını açardım bembeyaz. Yaşını sorardım daha genç. Sonradan anladım tarlada çalışmanın güneşte kavrulmanın yüzüydü o. Bundandır memleketimizde nimete saygı vardır. Yol kenarında bulunan ekmek öpülüp alına götürdükten sonra yüksekçe yere konur ki kuşlar yesin diye.
Nimette saygı aslında emeğe saygıdır. Yenilen her yemekte ne büyük emek vardır.
Büyük şehre göç etmemiş, büyük şehrin acımasızlığı altında ezilmemiş, yozlaşmamış, Anadolu’da köyünde yaşayan insanlarda bir özellik daha vardır ki, İstanbul’da buna ben bir kere şahit oldum. ‘’Okumuş insana saygı’’. Kadın olsun, yaşça kendisinden küçük olsun ki bunlar aslında geleneklerimizle çelişiyor, büyük saygı gösterirler. Bir keresinde yanına geldim diye bacak bacak üstüne atmış köylü amcam hızla toparlanmıştı. Çok şaşırmış nedense biraz utanıp sıkılmıştım.
Bizim hocayı durduran amca da böyle bir amcaydı. Ellerini önde kavuşturmuş, boynunu bükmüş, omuzlarını hafifçe öne doğru eğmişti. Hoca hanımla konuşmaktan çekindiği, elindeki kasketi ezmesinden buruşturmasından belliydi.
Kısık bir ses ile ‘’ Ne olacak benim hanımın durumu dohtur hanım? Günbegün eriyor hele bana bi şey de’’ dedi.
Doktor hanımın çok etkilendi,
-‘’Bir bakayım hanımının dosyasına ‘’dedi. Hemşire hanımdan dosyayı istedi. Sayfaları uzun uzun inceledi, inceledikçe yüzü karardı. Belli ki terminal dönemdi bir şeyler yapılmalı, hasta ölüme terk edilmemeli düşüncesi ile tedavi ediyordu.
Hastanın eşi tekrar konuşmaya başladı.
-Eyi olmayacaksa de bana. Bir sürü hayvanımı sattım, çok zor geliyoruz biz istanbola, ey olacaksa canım kurban emme gettikce kötülüyo. Elde avuçta bir şey kalmadı. Hele de bana bir daha getireyim mi hanımı?
-Doktor hanım allak bullak olmuştu. Bir amcaya bakıyor, bir dosyaya bakıyordu. Ben de pür dikkat onlara bakıyordum. Acaba hoca ne diyecekti? Benim de boğazıma bir yumruk gelmiş oturmuştu. Köylünün o kadar zavallı çaresiz bir hali vardı ki.
Yüzünü yavaşça dosyadan kaldırdı. Bol rimelli kirpiklerini arasında mavi gözlerini görmüştüm ki, dolu doluydular. Elini yavaşça amcanın omzuna koydu.
-‘’Bir daha ineğini satma olur mu amca ‘’ dedi.
Adamın omuzları daha da bir çöktü başı daha da düştü, yavaşça adeta sürünür gibi karısını odasına doğru yürümeye başladı.
Profesör hanım gözlerinden akan iki damla yaşı gizlemek için hızla odasına yöneldi. Ortada bir ben kalmıştım. Bir amcanın ardından bakıyor, bir profesörün odasına bakıyordum.
Hangi tıp kitabında, hangi hastalık durumunda, hasta yakınına’’ ineğini artık satma’’ denir diye yazıyor?.
Hangi mercii bu kararı yargılayabilir?
O ana kadar o doktor hanım iyi bir hekimdi, o andan sonra da hem iyi bir hekim hem de iyi bir insan olduğunu gösterdi.
Bazı şeyler tıp kitaplarında yazmaz. Bundan dolayı hekimlik bir sanattır hem de çok zor bir sanat.
Hastanın eşi tekrar konuşmaya başladı.
-Eyi olmayacaksa de bana. Bir sürü hayvanımı sattım, çok zor geliyoruz biz istanbola, ey olacaksa canım kurban emme gettikce kötülüyo. Elde avuçta bir şey kalmadı. Hele de bana bir daha getireyim mi hanımı?
-Doktor hanım allak bullak olmuştu. Bir amcaya bakıyor, bir dosyaya bakıyordu. Ben de pür dikkat onlara bakıyordum. Acaba hoca ne diyecekti? Benim de boğazıma bir yumruk gelmiş oturmuştu. Köylünün o kadar zavallı çaresiz bir hali vardı ki.
Yüzünü yavaşça dosyadan kaldırdı. Bol rimelli kirpiklerini arasında mavi gözlerini görmüştüm ki, dolu doluydular. Elini yavaşça amcanın omzuna koydu.
-‘’Bir daha ineğini satma olur mu amca ‘’ dedi.
Adamın omuzları daha da bir çöktü başı daha da düştü, yavaşça adeta sürünür gibi karısını odasına doğru yürümeye başladı.
Profesör hanım gözlerinden akan iki damla yaşı gizlemek için hızla odasına yöneldi. Ortada bir ben kalmıştım. Bir amcanın ardından bakıyor, bir profesörün odasına bakıyordum.
Hangi tıp kitabında, hangi hastalık durumunda, hasta yakınına’’ ineğini artık satma’’ denir diye yazıyor?.
Hangi mercii bu kararı yargılayabilir?
O ana kadar o doktor hanım iyi bir hekimdi, o andan sonra da hem iyi bir hekim hem de iyi bir insan olduğunu gösterdi.
Bazı şeyler tıp kitaplarında yazmaz. Bundan dolayı hekimlik bir sanattır hem de çok zor bir sanat.
19 yorum:
Gözlerim dola dola okudum hele ineğini satma demiş ya :(
biz de babamın tonsil CA tedevimizi bitireli 3,5 ay oldu çok şükür III. sahfaydı fakat çok başarılı bir tedaviydi...
O zamanlara geri döndüm yazında...
@ Funda
Hoşgeldin önce geçmiş olsun diliyorum.
Yaşadılarından sonra yazımdan bu denli etkilenmen çok doğal.
Tekrar çok geçmiş olsun
Yazınıza bağlantı verdim son yazımda... Herkesin okuması gereken bir yazı. Hepimizin benzer öyküleri var.
Gata'da annemle ilgili hüngür hüngür ağlamışlığım var, nur içinde yatsın.
Nasıl okudum anlatamam, döndüm bir daha okudum.
Haklısınız hekimlik zor bir sanattır hemde çok zor. Çünkü yoğurduğu hamur insandır.
Bu güzel yazı için çok teşekkür ederim.
Sevgiler...
@ aysema
Çok teşekkür ederim....
Hepimizin öyküleri var ben de hastane kaldırımlarında oturup ağlamışlığım var nur içinde yatsınlar
@ yaşamın kıyısında
Geidiniz okudunuz asıl ben teşekkür ederim
eh bucera gene yaptın yapacağını yahu.alacağın olsun.süper bi hayatın içinden hikayesi daha:(
@ bad-ı saba
Hayatın içinden yazıyorum hem de hayatın ta kendisini ....
ama bundan sonraki yazım ile yine güldüreceğim sizi azzzz sona beni okuyun anacığım
Zor olan güldürmek derler ama hüzün de kalemine çok yakışıyor. İyisin.
Bu ogretilen birsey olmasa gerek, insanin icinden gelir insanlik, degil mi.. Belki bir de "uyandirilmasi gereken" insanlar vardir, o baska.
Baytar ruhlu ne hekimler var, ya oyleler ya da sonradan olmuslar. Ki baytar bile icinde sevgi varsa inege ne oldugunu umursar sanirim.
Bu hocaniz da herhalde insani seven biriymis...
@ The King
Çünkü ben bu yüzden hiçkimseden gitmem gidemem
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir...
Ne güzeldir Sezen'ini o sözleri çok severim.
Haytın içinde gelen tadında hüzün sevilmez mi?
dikkatle bakan gözünüze,ilgiyle izleyen merakınıza,iç dünyanızdaki zenginliğe,gördüklerini harmanlayıp hatırlayıp yazdıran hafızanıza,uslubunuza,içtenliğinize saygıyla efendim
@ Magissa
Hekimlerde toplumun bir kesiti sadece.
Keşke daha duyarlı daha ahlaklı olsalar olamlıdırlar da insan hayatı söz konusu olan.
@ engin deniz
Beğenileriniz mutluluğumdur
Teveccühünüz efendim :)
çok ağladım çok, amcanın karşısında durmuş onu dinlemiş kdr oldum :( elinize sağlık
İnşallah o hocanız gibi iyi bir hekim olabiliriz ben ve arkadaşlarım...
Bunca zaman sonra bu yazımın hala okunması yorum gelmesi demek misyonu hala bitmemiş
teşekkür ederim
bayıldım yazılarına. face te paylaşıyorum izninizle. muhabbetle kalın
Bunca zaman sonra yorum gelen yazılarımın olması ne güzel, daha yeni gördüm tabii ki paylaşabilirsiniz
Yorum Gönder